10 Haziran 2024 Pazartesi

Aydın Tanımlaması Üzerine...

Aydın kelimesi tanımsal olarak nesnel bir anlam bütünlüğü taşımamaktadır.

Aydın tanımı öncelikle farklı bir diyalektik tanıma matuftur.


Nesnel bir arayış kaygısı yerine sübjektif bir bakış açısıyla tanımlanagelmiş, kişinin özsel sermayesinin yansımasından oluşmuş bir olgu tanımlamasından ibarettir.


Kavramsal olarak kişinin aydınlanmasıyla gerçekleşen ve aşamalardan oluşan, durağanlığı pek sevmeyen, iş ve oluşumu baz alarak sürekli devinen bir kişilik olgusudur. 


Aydının konumu ve duruşu itibariyle bir sorumluluk algısından daha çok eyleme dökülebilir bir uyarıcı hassasiyetiyle hareket ederek anlam bulan bir davranış şeklidir. Bir misyon görevi yoktur ama vizyona bağlı belirli bir takım hedefler gözetmektedir. 


Zihinsel aktivitesi kapasitesine göre kör nokta oluşturmayacak şekilde kendini her daim optimize ede gelmiştir. 


Aydın görüşünün formel bir diyalektiğe bağlı olmayışının sebebi; bir popülarite, bir şan şöhret bir ün peşinde olmayışından kaynaklanır. 


Toplum algısı, aydın diyalektiğini bir nevi kanaat önderi, düşünür, derin ilim sahibi bir filozof olarak görür ve değerlendirir. Aydın, toplum için bir rol model oluşturacak ikonik bir simge de değildir. Bu bağlamda, ulaşılması ve anlaşılması zor, çoğunlukla asosyal kişilik olarak nitelendirilir ve o ölçekte saygı duyulacak bir figür olarak tanımlanır. 


Aydın kişinin formel bir diyalektiğe bağlı olmayan eylemsi hissiyatına en anlamlı örnek 19 Ağustos 1936 da İspanya iç savaşında kurşuna dizilerek katledilen İspanyol şair Federico Garcia LORCAdır.

Kurşuna dizildiği tarihte 38 yaşında olan  şair, ressam, piyanist ve besteci  LORCA, idam mangasının karşısında o mücadeleci tavrından taviz vermeyerek, ölüme meydan okur şekilde, mücadelenin en hakiki simgesi haline gelmiş olan sağ elini yumruk yaparak havaya kaldırmış şu şiiri okumuştur;

“Özgür olmayan insan nedir?

Söyle bana, Mariana..

Söyle seni nasıl sevebilirim

Özgür olmazsam.

Sana kalbimi nasıl açabilirim

Bu yürek benim değilse..”


Aydın kişi, tarihin akışında  bir yer edinebilme sevdasıyla yanıp tutuşmayan, bir kariyer planlayıcısı, bir nasıl olursa iyi olur tasarımcısı, duruma, görünüşe, İsteğe ve beğeniye göre hareket etmeyen, herhangi bir şekilde ikileme ve tereddüde düşmeyen, gözünü budaktan sakınmayıp doğru bildiğini net ve anlaşılır şekilde, hiç bir çekince gözetmeksizin canı pahasına dile getirmekten çekinmeyen kişidir...

8 Mart 2023 Çarşamba

Kadın

 Kadın


Yasak: Kadınlar, akrabaları olmayan erkeklerle yalnız kalamazlar.

Bu yasağı bir nebze yumuşatma çabası: Kadın, sütünü verdiği erkekle birlikte çalışabilir.

Sonuç olarak yumuşatma çabasına tepki yağınca; yasağın ilk hali olan “Kadınlar, akrabaları olmayan erkeklerle yalnız kalamazlar.” korunmuş.

Bir başka ülkenin başkanı olan kişi, kadın olan ilkokul öğretmeninin elini öptüğü için büyük tepki çekmişti. Anlaşılan o ki, tek sorun öğretmenin kadın olmasından kaynaklanıyordu. 

Ne ilginçtir ki yasağı koyan da, biçare çözüm üretmeye çalışan da Ataerkildir! 

Bu yasak Mısır’a, gösterilen tepki İrana özgü gibi görünse de aslında ATAERKİLİN yaşam tarzının en temel ve yaşamsal belirleyici, baskın unsur olarak konumlandırıldığı gerçeğidir. Her nedense erkeğin zevk alarak yaptığı her eylem, kadına olumsuzluk olarak yansımaktadır. Kişilerle bir sorunum olmadığını belirterek kişilerin ürettiği değerlerin muhasebesinin iyi yapılmasının gerektiği kanaatindeyim. Her görüş, sahibinin ortaya attığı görüşün, rasyonel paydada taşıdığı gerçekliğin, ivmesel hareketin yarattığı etkinin izdüşümündeki bakış açısının sağlamasının yapılabilmesi açısından önem taşıdığına inanırım. Değer üretme açısından, kadınların, toplumsal alan da adil bir değerlendirmeye tabi tutulduklarında, erkeklere oranla daha avantajlı bir konuma sahip oldukları gerçeğidir. Kadının kimyasında doğası gereği mevcut olmayan “hoyratlık” bir takım sentezlerin çok daha kolay ve basitçe hayata geçirebilmesini sağlamaya yöneltmektedir.

Örneğin; 28 yaşında bir Afgan kadın milletvekili olan Malalay Joya, ülkesindeki özel bir tv kanalının kendisiyle yaptığı röportajda, ”Ahır çok daha iyidir. Hiç değilse orada yük taşıyan bir eşek ve süt veren bir inek bulunur. Parlamento ahırdan daha kötü bir durumda” diyerek beyanat verdiğinden dolayı meclis üyelerine hakaret ettiği gerekçesiyle görevinden azledilmiştir. Bu kadın milletvekili erkeklerin çoğunlukta olduğu ve onların göremedikleri neyi görmüştü de böylesi bir veciz söyleme yönelmişti. Yani ana fikir neydi. Mensubu bulunduğu parlamentoyu niçin ahırla özdeşleştirmişti. Etkin bir şekilde çalışması gereken bir meclisin, gerektiği gibi çalışmıyor olmamasından, bir aymazlık içine düşüldüğünü, bir değer üretilmediği düşündüğü için. Ama Ataerkil her zamanki gibi kendisine yakışır şekilde atalarını utandırmayarak, aykırı bulduğu bu sesi kesip atıvermiştir. Oysaki susturulan her ses, ülkenin geleceğine atılmış büyük bir kazıktır aslında.

Ataerkilin kadınlar için ayaküstü uydurduğu pratik çözüm uygulamaları tabi ki bununla da sınırlı kalmıyor. Her ülkede özellikle oryantalist kültüre yatkın olanlar da; 

Ülke için hayati önem taşıyan eğitimde çağ dışılığa yelken açılması ile eşdeğer anlam taşıyan ve Karma eğitim(erkek ve kız çocuklarının birlikte, bir arada okuması) için ilkel tabiri kullanabilme cüreti gösterebiliyor. Daha sonrasında da bununla da yetinmeyerek, 

1-Kızlar karma eğitim yüzünden içine kapanıyor, erkeklerle yarışamıyor.

2- Yanına mini etekli bir kız oturan delikanlı da kaybediyor, ders dinleyemiyor.

3- Karma eğitim kızların sözlü ve fiziki taciz edilmesine zemin hazırlıyor.

Bu zihniyete işlerlik kazandırma gayretkeşliği resmi olarak ders kitabı yazdırmanın da ötesine geçiyor. Kadın, her ortam ve koşulda ilkel ötesi bir görüntü veren çağdışı, Ortaçağ Avrupa'sının kadını büyücü diyerek, yakıp yok ederek lanetle etiketlenmişler sınıfına zorla dahil edilmek isteniyor. 

Kadın bu kuşatılmışlıklara cılız manifestolarla karşılık verip var olmaya çalışırken, ataerkilin acımasız hoyratlığının sevimsiz direnci daha da acımasızlaşıyor. Kadının her bir yeni açılıma kalkışması ataerkilin daha fazla müdahaleci olmasına ve kadını daha da sınırlandırılmasına neden oluyor.

Bu olgular hep niceleri tarafından eleştirilerek irdelemiş ve her defasında çözüm için gelinen noktada, Uygarlık anlayışının toplumlara göre farklılıklar gösterebileceğinden dem vurularak mevcut akılcı çözümler her daim göz ardı edilmiş ve bu doğrultudaki arayışlar bir de sosyolojik ivmenin mantıksal devinimiyle paralellik oluşturulamadığı gerekçesiyle de ıslak vadinin bireyleri için en büyük zulmün başlangıcı oluşturmuştur.

Toplumsal referanslar örf, adet, gelenek ve göreneklerin, din açısından da bid’at ve hurafelerin şekillendirdiği bir baskı aracına dönüştürülerek, baskı altında inletilen kadınlar, durum değerlendirmesi yapamadıkları gibi, böylesi bir zulme boyun eğdirilerek, bu sözde erkeğe egemen kılınmış dünyada hemcinsleriyle de yabancılaştırılmışlardır. Bu durum ne ülke coğrafyalarına ne yönetim biçimlerine ne de etnik kökenine göre değişiklik arz eder. Zihniyet fukaralığına düşüldüğü an işte tam bu andır. Anlayış, kadının bir köle olduğu anlayışıdır. Bu yadsınamaz gerçek ışığında, hayatı planlanmışlar grubuna girmek, tüm riskleri göze alarak başkaldırma cesaretini gösterebilenleri ise bekleyen nihai sonuç çoğunlukla hüsrandır. Toplumun pozitif dinamikleri ve de salt çoğunluğu oluşturan kadınların bu gerçeklik ortada iken, dünyanın tüm renklerine sahip o dokunuşlarındaki evrensel ahenge işlerlik kazandırmak için daha neyi bekledikleri hep merak konusu olagelmiştir. Durup düşünülmeyenleri düşünmek, yapılmayanları yapmak, bir çok olumsuzluğu olumluya çevirebilme dirayetine sahip olan bu salt çoğunluk, neden tek bir kareye sıkıştırılmaya, zorla sığdırılmaya reaksiyon göstermez ki? Elbette bu konuya ilişkin pek çok neden sıralanabilir. Ancak nedenin kaynağında hatta odağında yer alan evrenin en muhteşem varlığı vasfını taşıyan KADIN birazcık olsun silkinebilmeli ve bu silkinme ile bazılarını korkutabilmelidir. Zira bu güç onların benliklerinde fazlasıyla mevcuttur.

22 Şubat 2023 Çarşamba

Paradoksal sarmalın ucuna ötelenmiş dogmalar

Ve küçük hayaletlerin silsile çomarları dipsiz karanlık kuyularda biledikleri o kör bıçaklarıyla baş başa o hayali zifiri beklerken, sen o kuyuya su olup yağmak, taş olup dolmak, o ilkelliği orada boğmak, yok etmek ve kadere mal edilen insanlığa kare leke çalan bu ilkelliği bu tarifsizliği o kuyuya gömmek istemez miydin? İşte tam “O” anda birilerine bir fenalık bir kötülük değdiğini ve onun canını yaktığını hissettiğin “O” an gül olup üstünü örtmek istemez miydin? Tüm şefkatinle sanki en sevdiğin kanıyormuşçasına onu kollarınla sarıp sarmalamak istemez miydin?

Dezenformasyona uğratılmış benlikleriyle içselleştirdikleri bağnazlıklarını ritüelleştiren, pipi kültürünün aymaz dalkavuk bezirganları, devşirdikleri çomarları inandığın tüm değerlere beddua edercesine küfür ederek saldıklarında sen evet yine SEN” gene “SEN” tuz buz edilmek istenen insanlığını ihtiras ve cehalete bu vesile ile kurban mı edeceksin? Yoksa sana emanet edilmiş olan “vicdanına” işlerlik kazandırarak bu pipi kültürünün aymaz dalkavuk bezirganlarına bir “DUR” mu diyeceksin?


Kırık cam parçaları tüm benliğimizi kanatırken, vicdan azabı bazı benlikleri kavurmazken, o benlikler beyazlara kin ve öfkelerini mavileştirerek kusar ve ardından da, darısı arkada kalanların başına derken, düşünemezler ki bezelye büyüklüğünden daha ileri gelişememiş dimağları, ufuk yüzü görmemiş olanlar, tüm dünyaya namzet olmuş bir kurucuya sahip olan bu ülkeden "nasiplenememişlerdir”. 


Değerlerini özümseyip içtenlikle içselleştirememişlerdir. Bu da bir fukaralığa düşüldüğü “O” anlardan biridir ne yazık ki. Çok sarsıcı olan odur ki, olup bitenler karşısında taraf olmaya korkan, göstereceği tepkinin faturasından korkan sen!!! Seni vatan haini ilan edecek olanlara şaşarsın aslında sen, ne de olsa senin duruşun düsturun gayet açık ve nettir. Tüm aleme haykırarak ilan ettin nasılsa. Gülüp geçmelisin sen de söyleneceklere, değer üretmede fakir, tüketmede zenginiz biz ne de olsa. Bu bir vicdan azabı yürüyüşü değildir aslında. Bu insanlık yürüyüşüdür. Bu sessizliğe atılmış kulak zarlarını parçalayan bir suskunluktur. Güllerle bezenmiş yollarda insanlığın özüne dönerek kazanacağı bir zaferdir.

23 Haziran 2022 Perşembe

Akıl ve Aydın Kavramı Üzerine

 T.D.K sözlüğü

Aydın:
özel, isim (a'ydın)

aydın (II)
sıfat
1 . Işık alan, ışıklı, aydınlık:
2 . Kültürlü, okumuş, görgülü, ileri düşünceli (kimse), münevver:
3 . Kolayca anlaşılacak kadar açık, vazıh (söz veya yazı).


Tümleşik olarak birbirine bağlı ve fakat içerikte farklı tanım “AYDIN”!

T.D.K sözlüğünde “Kültürlü, okumuş, görgülü, ileri düşünceli (kimse), münevver”

Münevver:
isim, eskimiş Arapça münevver

1 . Aydın kimse:
2 . sıfat Aydınlatılmış.

Aslında vurgusal manada anlam olarak da ön plana çıkan tanım “Aydın kimse”.

Her ne kadar ilk tanım da aydınlatılmış denilse de aydınlanmış, varoluşun bilinç ve gerekliliklerini özümseyerek diyalektik yöntemini kusursuzca uygulaya gelen, her şart ve zeminde adil olmak için çaba harcayıp adalet için mücadele eden kimse...

 

İnsanı insan kılan keyfiyet, kişiden kişiye değişen hatta fazlasıyla kutuplaşarak dünya görüşüne göre şekillenen düşünceler, bilgiler, öğretiler bütünüdür. Aklın(Düşünme, anlama ve kavrama gücü) her zaman için illaki olumluya çalışacak diye bir kurala tabi olmadığı için “Akıl” kendi hal ve gidişatıyla karşıt denge unsurlarını gözeterek her dönemdeki fikir ve kanaat önderlerini toplumların kazanç hanesine (+) olarak dahil etmiştir.

 

Kâinattaki denge anlayışı, her bir boşluğun doldurulmasından çok daha öte, derin bir anlam içerdiği için, bireyin üzerine yıkılan “münevver” insan olma modeli varoluşla başlayıp yok oluşa dek sürüp gidecek sancılı ve bir o kadar da sıkıntılı sürecin özünde oluşan dengeye göre gelişim göstermiştir. Gerçekliği ve onun çelişmelerini ve bu çelişmeleri aşmayı akıl yürütme ile aşma imkânına sahip olan insanoğlu, ne yazık ki çoğunlukla her defasında dramatik bir şekilde olumsuzluğa kayan tercihleriyle kendi özünün dinamiklerini etkisiz kılarak diyalektik sistemin uygulayıcısı olmaktan hızla uzaklaşarak özüne olabildiğince yabancılaşmayı tercih eder konuma gelmiştir.

 

Çağlar boyu ortaya konmuş olan değişik görüşleri, mevcudiyete tehdit olarak algılayan anlayışlar, dünyanın evrensel boyutuna vurulabilecek en büyük darbeyi her seferinde acımasızca indirmekten geri durmamışlardır.

 

 Değişim ve gelişime bağnazlık adına dur diyenlerin belli bir coğrafyaları yoktu elbet ancak her biri söz birliği etmişçesine, sistematik olarak ırk, din, dil, köken ayırımı yaparak, tüm dikkatlerini farklı olanı sindirmek ve onu yok etmek üzere odaklanıp varoluş felsefesini kendi anlayış ve kabullerine uygun şekilde düzenleyip kutsamış, farklının farklılığını ortadan kaldırarak, yaşamsal önem içeren tüm evreleri aşama aşama “ben” merkezcil bir tavırla tekleştirdiği ölçüde renksizleştirerek günümüzde akılla bağdaşmayan uygulamalarının en etkin ve güncel uygulayıcısı konumuna gelmişlerdir. Ama yine de tüm bu olumsuzluklara karşın insanoğlunun arayışının hiçbir şart ve koşulda engellenemeyeceğinin anlaşılması pek de uzun sürmemiştir.

Aklını kullanabilme yetisini elinde bulunduran her bir birey, kendi çapında fikir insanı olma yolunda başarı kazanmış sayılır. Verimli düşünce ve üretim, bireyin toplumsal açılımlarında bir kazanım olarak görünse de farklı olarak, bireyin kendi ayırt edici özelliklerinin tutum, davranış ve eğilimlerinin tarz ve üsluba dayalı gelişimi, mizacın yapısal anlamda nasıl bir işleve sahip olduğunun ortaya konması açısından önemli bir veri niteliği taşımaktadır.

 

Gece ve gündüz kadar kutupsal bir ayrışmayı bünyesinde barındıran insanoğlu, varlığının biçimsel ve bilinçsel seyrinde olaylar karşısındaki kendi kanaatini oluşturma aşamasında kontrollü ve kararlı olması düşülebilecek muhtemel yanılgıların en alt seviyede gerçekleşmesini sağlamıştır. Dönem ve şartların elverdiği ölçüler de yüzyıl öncesinde ortaya konulan bir görüş, bir bireyin düşün dünyasında yüzyıllık bir sıçrama yapması, çağın ötesine berisinden katkı sağlaması, görüp yaşayamayacağı bir zaman dilimine düşünle atlaması, zamanı güncel yaşayan bireylerin düşünüp ürettikçe genel anlamda eksikliğini hissettiği unsurların eksikliğini hissettirmeyecektir.


Alman ekonomist ve sosyolog Max Weber’e (21 Nisan 1864-14 Haziran 1920) göre Aydının tanımı:

“Yaşadığı dönemin koşullarını iyi analiz edebilen, düşünen, üreten, ürettiklerini paylaşan, çağı yakalamış ve hâtta aşmış, içinde yaşadığı topluma yabancılaşmadan ve her zaman toplumunun önünde olarak onun değişimine ve ilerlemesine katkı sağlayan insan tipi...”

Tanım kendi içersinde toplumsal yapıyı, özünde aşınmaya uğramamış olarak tanımlıyor. Aydının toplumla kurduğu bağın, sağlıklı ve kendini yenileyebilen, her daim güncel kalmayı başarabilen bir yapıya sahip olduğunu vurguluyor.

Aydın mevcut olan diyalektiğe bağlı kaldığı sürece aydın olmayı başarabiliyor.


Jean Paul Sartre ise:

“Çelişkisinin doğası, aydını, zamanımızın bütün çatışmalarında taraf olmaya zorlar; o, kendisinin de ezilenlerden olduğu bilinciyle, her çatışmada ezilenlerin safında kendini bulur.” diyor.


Bu durum, aydının ateşle dansına benzer ve bu sonuca ulaşan kişiye aydın demek “aydın” olarak tanımlanan kişilere büyük haksızlık olur.

21 Haziran 2022 Salı

Bireysel düşünceden toplumsal uyanışa, hiçbir şarta bağlı kalmayıp bağımsız düşünebilme yetisi

 

Bir temel felsefe öğretisi:

 

“Bilmek kabul etmek değildir; kabul etmeyeceksen bile neyi kabul etmediğini bilmek için öğren...”

 

Hareketin temeli oluşturan olgu, objektif   bakış açısının kabul edilebilirliği ile sabit bir izdüşüm görüngüsüdür.

 

Biçim kuramının ileri sürdüğü teze göre:

 

 “Yapısallaşma yasaları, akıl yürütmeyi olduğu kadar, algıyı ve devindiriciliği de yönetir.

Yani zekâ, zaten algısal düzenlemenin bir parçasıdır.”

 

Ruh halinin ivmesi ile işlerlik kazanmış olan düşünce sürecinin diyalektiği, bir nevi durum değerlendirmesi yapma durumudur.

Zekanın perspektifi, spesifik nüans organizasyonlarının izdüşümünde kuramsal argümanların işlevselliğinin ontolojik zemine uyarlanmasından ortaya çıkan bir spesifik nüans durumudur.

İnsandaki zekâ kavramı, diyalektik sürecin içersindeki asimetrik paydadaki sıfır noktasını oluşturur.

 

Genellikle doğma karşıtlığı olarak işlerlik kazandırma amacıyla ortaya atılan görüşlerin çeşitliliği, kişilik oluşumundaki değişken normların etkisiyle farklılık gösterir.

Bu doğrultuda, derinlemesine incelenerek değerlendirilen kuramlar birbirinden bağımsız düşünürler tarafından ele alındığından olduğundan çok daha farklı ve değişken açılımlara yönelerek öngörülememiş yeni perspektiflerin oluşumlarına işlerlik kazandırır.

 

Bu da düşünsel felsefenin bireşim olgusunun durağanlığını bozarak dokulaşmasını sağlar. İdeaların felsefi boyutu, hayatın retinasına tam gerçeklikte yansıtılamamış ütopyaların kurgusal skalası niteliğini taşır. Her bir düşünürün zaman ve mekan kavramı olmaksızın karışık ruh hallerindeki asimetrik döngülerinin kaotik yapıya yakın sayılabilecek düzeyde performans sergileyerek en basit tanımı ile, hayatın ifadesi olan felsefeyi içinden çıkılamaz bir anafor görünümüne dönüştürerek düşünce sistemine farklı bakış açılarıyla katkıda bulunulmasını olanak sağlamamıştır.

 

Kimi düşünür “Felsefe yapmak ölmeyi öğrenmektir” derken bir diğeri “Felsefe, neleri bilmediğini bilmektir”. Derken,

Bir başkası  “Mutlu bir yaşam sağlamak için, tutarlı eylemsel bir sistemdir” demiştir. Pek çok düşünürü ortak paydada buluşturabilecek söylem ise bugünün en basit anlatımıyla “Felsefe yaşamın ta kendisidir”.

Tüm bu gerçeklikler ortada iken, her bir bireyin hayata dair elde ettiği kazanımlar doğrultusunda hayatın akışını gözlemleyerek parçası olduğu topluluğun eylem ve oluşlardan meydana gelen olaylarına fiziki göz temastan kaçınmadan cesurca analiz ederek içselleştirmeli ve birebir içinde yer aldığı topluluğun bir bireyi olarak taşıdığı sorumluluğunun bilincine varmalıdır.

 

Kavramsal ve kuramsal düşünce ve görüşlerini komplekse kapılmadan dile getirebilmeli Megalomaninin pençesine de düşmemelidir.

 

Bağıldaşık jargonun güncesindeki vantriloklar

 

Hep derin bir sessizlik

Ve fakatlarla ve lakinlerle

Açığa düşen cümleler...

Ve sonu gelmeyen, getirilemeyen söylemler.

Evet rüyaydı.

Çok derinlere dalınarak çıkışı bulunamamış bir rüyaydı üstelik.

Örneğin bir çocuğun rüyasını aktardığı resim kâğıdındaki o coşkulu ve masum ve fakat bir o kadarda değeri bilinememiş, belki de hiçbir zaman bilinmeyecek kadar o defterden fütursuzca koparılıp hayata bırakılmış bir kağıdın gerçeğidir bu gerçek.

 

Görmek ve görebilmek adına tüm koparıla gelmiş ve değersizleştirerek değersiz kılınmış bir hiç, bir yok oluş... Belki de bir koma halidir bu...

 

Sahipsizlik...

İmgesel bir sessizliğe eşdeğerdir.

Hiçbir zaman dilimine ait olmayan, mülksüz ve evsizlik, bir yerlere ait olamama duygusu...

 

Soruyla girdiğiniz rüyanın gerçekliğiyle uyuşmayan ve aynı zamanda,  kendisine yabancılaşarak tanım ve anlam eksikliğine neden olan o ana kavramı reddederek gelinen bu noktada;

 Özgür, adil, eşit, kardeşlik kavramlarının omurgasını oluşturan, o ana “kavram”, tarafınızdan kabul görmediği sürece, o birbiri ardına sıraladığınız bu ve benzeri kavramların işlerlik ve anlam kazanabilmesi maalesef ki mümkün değil.

 

En azından söyleye geldiğiniz nokta da ki: O yüzler, o heyecan, o inanç, o kardeşlik, o güven ve rüya kavramları yetim birer kavramdır. Ne zaman ki o ana kavramı sahiplenme iradesini göstereceksiniz o zaman diğer kavramlar bir anlam ifade etmeye başlayacak. Zaman, düşün zamanı, sakin ve itidalli olma, durulmuş berraklığın perspektifiyle sağduyulu bir bakış açısını soğut griliğin kara mizahına tercih etme ve insanlık adına söylenebilecek en doğru sözü söyleyebilme zamanıdır...

 

Ve fakat bu ülkenin göz ardı edilemeyecek vantrilokları vardır. Onların yüzlerinde konuşma eyleminin ahengini hiçbir zaman göremezsiniz. Yüzlerine baktığınızda şekilsiz bir tekdüzelik içinde solmuş bir ifadenin raşitizmine yakalandıklarını sanırsınız bir an. Toplama kamplarında vahşice insani değerlerin üzerinde istisnasız bir şekilde tepinen; soğuk ve ürkünç zalimleri andırırlar ve kaçınılmaz olarak da bulundukları ortama kuvvetli bir ürperti hissi yayarlar. Onların söylem ve planları arasında özgürlük, eşitlik, adil olma, adalet ve kardeşçe bir hayata hiçbir zaman yer olmamıştır.

 

Eğer ki korkunuz dağlarınızı bürümüşse ve halen siz kendi ülkenize kendi dilinizle o rüyayı hatırlatıp korkusuzca anlatmak istiyorsanız, bunu ancak o çarçabuk harcaya geldiğiniz ve basitleştirdiğiniz o ana kavramı ile başarabilirsiniz. O ana kavram size dik bir duruş, onurlu bir hayat ve daimi bir dünya vatandaşlığı sağlayacaktır. Bu önermenin ikinci bir seçeneği dün olmadığı gibi bugün ve yarın içinde yoktur.

10 Haziran 2022 Cuma

Aydın Diyalektiği


Aydın kelimesi, tanımsal olarak, nesnel bir anlam bütünlüğü taşımamaktadır.

Aydın kelimesi, tanım olarak, öncelikle farklı bir diyalektik tanıma atfedile gelmiştir.

 

Nesnel bir arayış kaygısı yerine, sübjektif bir bakış açısıyla tanımlana gelmiş, kişinin özsel yaratıcılığının yansımasından oluşmuş, bir olgu tanımlamasından ibarettir.

 

Kavramsal olarak, kişinin aydınlanmasıyla gerçekleşen ve aşamalardan oluşan, durağanlıktan pek hazzetmeyen, iş ve oluşumu temel alarak sürekli devinen bir kişilik olgusu görünümündedir.

 

Zihinsel aktivitesi, sahip olduğu kapasiteye göre, herhangi bir kör nokta bırakmayacak şekilde kendini her daim optimize etme becerisi geliştirmiştir.

 

Aydın görüşünün formel bir diyalektiğe bağlı olmayışının sebebi; bir popülarite, bir şan şöhret, herhangi bir ün peşinde koşmayışından kaynaklanmaktadır.

 

Aydın, konumu ve duruşu itibariyle bir sorumluluk algısından çok, eyleme dökülebilir bir uyarıcı hassasiyetiyle hareket ederek anlam bulan bir davranış şeklidir. Belirli türden herhangi bir amaç görevi benimsememiştir ama vizyona bağlı belirli bir takım hedefler de gözetmektedir.

 

Toplum algısı, aydın diyalektiğini bir nevi kanaat önderi, bir düşünür, derin ilim sahibi bir filozof olarak görür ve değerlendirir. Aydın, toplum için bir rol model oluşturacak ikonik bir simge de değildir. Bu bağlamda, ulaşılması ve anlaşılması zor, çoğunlukla asosyal kişilik olarak nitelendirilir ve o ölçekte saygı duyulacak bir figür olarak tanımlanır.

 

Aydın kişinin formel bir diyalektiğe bağlı olmayan eylemsi hissiyatına en anlamlı örnek 19 Ağustos 1936 da İspanya iç savaşında kurşuna dizilerek katledilen İspanyol şair Federico Garcia LORCAdır.

Kurşuna dizildiği tarihte 38 yaşında olan  şair, ressam, piyanist ve besteci  LORCA, idam mangasının karşısında o mücadeleci tavrından taviz vermeyerek, ölüme meydan okur şekilde, mücadelenin en hakiki simgesi haline gelmiş olan sağ elini yumruk yaparak havaya kaldırmış şu şiiri okumuştur;

“Özgür olmayan insan nedir?

Söyle bana, Mariana..

Söyle seni nasıl sevebilirim

Özgür olmazsam.

Sana kalbimi nasıl açabilirim

Bu yürek benim değilse..”

 

Aydın kişi, tarihin akışında  bir yer edinebilme sevdasıyla yanıp tutuşmayan, bir kariyer planlayıcısı, bir nasıl olursa daha iyi olur tasarımcısı, duruma, görünüşe, İsteğe ve beğeniye göre hareket etmeyen, herhangi bir şekilde ikileme ve tereddüde düşmeyen, gözünü budaktan sakınmayıp doğru bildiğini net ve anlaşılır şekilde, hiç bir çekince gözetmeksizin canı pahasına dile getirmekten çekinmeyen kişiye denir...